Gıdanın hem insan sağlığına hem de gezegenin sağlığına etkilerini inceleyen EAT-Lancet Komisyonu raporu, daha bitkisel ağırlıklı ve dengeli bir beslenme modeline geçilmesi halinde her yıl 15 milyon erken ölümün önlenebileceğini ve tarım kaynaklı emisyonların yüzde 15 oranında azaltılabileceğini ortaya koyuyor.
2019’da büyük yankı uyandıran raporun altı yıl aradan sonra yayımlanan ikinci edisyonunu değerlendiren Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 30’unun ekolojik tahribatın yüzde 70-75’inden sorumlu olduğunu hatırlatarak, rapordaki uyarıların özellikle aşırı et tüketen zengin ülkelere yönelik olduğuna dikkat çekiyor.
Küresel emisyonların beşte birinden sorumlu, yoğun gübre ve pestisit kullanımıyla toprağı fakirleştiren, denizleri kirleten ve yüksek su tüketimi gerektiren mevcut gıda sisteminin insanları beslemekte de yetersiz kaldığını belirten Adaman, ‘‘Dünyanın üçte biri aç, üçte biri ise obez,’’ diyor.
Türkiye’de de obezitenin arttığını vurgulayan Adaman, ‘‘Kalori alımı yüksek ama tüketilen gıdanın kompozisyonuna baktığımızda, ağırlıklı bir şekilde makarna gibi un türevlerinin tüketildiğini görüyoruz. Bozulan gelir dağılımıyla birlikte, tüketilen gıdanın kompozisyonunun da değiştiğine dair ciddi gözlemlerimiz var,’’ diye ekliyor.
Tam da bu ilişki nedeniyle, Adaman’a göre gıdanın ekonomi politiğini tartışmadan ve mevcut gıda rejiminin arkasındaki ekonomik güçleri dikkate almadan yapılan öneriler eksik kalıyor: ‘‘Dünyadaki tüm eşitsizlikleri düşünün. Bu eşitsizliklerin var olduğu bir ortamda ‘hadi daha sağlıklı gıdaya geçelim’ veya ‘gıda kompozisyonunu iyileştirelim’ demek çok naif kalıyor. Her şeyden önce iki milyar insan aç – buradan başlamamız lazım. Tamam, sağlıklı yaşayalım, ama her şeyden önce yaşayalım.’’
‘‘Gezegen sağlığı diyeti’’ nedir?
Eat-Lancet Komisyonu Raporu’nda önerilen ve ‘‘gezegen sağlığı diyeti’’ olarak adlandırılan beslenme modelinde, tüketilen gıdaların çoğunu tahıllar, meyve ve sebze, kuruyemiş ve baklagiller oluşturuyor. Balık, süt ürünleri ve kırmızı et ise yalnızca küçük miktarlarda öneriliyor.
Bu diyetin, tamamen insan sağlığı üzerindeki etkileri göz önünde bulundurularak tavsiye edildiğine dikkat çeken Komisyon, yaygınlaşmasının aynı zamanda gıda üretiminin olumsuz etkilerini ve mevcut diyetlerin sebep olduğu beslenme eksikliklerini azaltacağına dikkat çekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikret Adaman’ın raporla ilgili değerlendirmelerini aşağıda paylaşıyoruz:
Küresel emisyonların beşte biri gıda kaynaklı
‘‘Gıdanın ve tarım sektörünün iklim krizine çok ciddi bir katkısı var. Biz tarım sektörünü genelde bitkisel üretimle sınırlı görüyoruz. Halbuki içinde balıkçılık da var, ormancılık da, hayvancılık da – dolayısıyla gezegensel sınırlar üzerindeki etkisi de büyük.
Biraz açacak olursak: Bu üretimi yaparken, örneğin traktör gibi araçlar kullanıyoruz. Sonra ürünleri işliyoruz. Bu süreçlerde enerji kullanıyoruz ve dolayısıyla kayda değer miktarlarda karbondioksit salımı söz konusu oluyor. İkincisi, örneğin bir Avrupalı kahvaltıda avokado yemek istediğinde, o avokado büyük ölçüde Güney Amerika’dan Avrupa’ya taşınıyor. Bu ulaşımın bir bedeli var.’’

Gıda, küresel emisyonların yüzde 26’sından sorumlu. Kaynak: https://ourworldindata.org/food-ghg-emissions
En önemli sorun büyükbaş hayvancılık
‘‘Fakat tüm bunların ötesindeki birinci sorun, büyükbaş hayvanlardan kaynaklanıyor. Bu hayvanların sindirim sistemi, ot ve saman gibi yüksek lifli besinlere uygun şekilde gelişmiştir ve metan üreten bağırsak mikroplarına sahiptir. Bu nedenle ağızdan (geğirerek) veya anal yoldan metan gazı çıkarırlar. Üstelik metanın etkisi, karbondioksitten yaklaşık 28 kat daha yüksek. Bunları topladığımız zaman çok ciddi bir olumsuz etkiden söz etmek mümkün.’’
Monokültür üretim, gübre ve pestisitler toprağı öldürüyor
‘‘İkinci önemli mesele ise toprak kullanımı. Özellikle tek ürünlü, yani ‘‘monokültür’’ dediğimiz üretime geçip gübre ve pestisit kullandığınız zaman, toprak fakirleşiyor, zamanla ölüyor. Kimyasal gübrenin yarattığı önemli bir kirlilik de söz konusu. Bitkisel üretimde kullanılan gübre, yeraltı sularına veya yüzey sularıyla denizlere karışıyor. Akdeniz’in kirlenmesinin önemli nedenlerinden biri, tarımda kullanılan suni gübre ve pestisitler.
Kirlilik meselesinde ayrıca sayıları giderek artan balık çiftliklerine de değinmek gerek. Bu çiftliklerin oldukça olumsuz çevresel etkileri var ve sıkı regüle edilmeleri gerekiyor.’’
Suyumuzun %75’i tarımda kullanılıyor
‘‘Üçüncü sınırımız ise su: Tarımda çok fazla su kullanıyor. Türkiye’nin yıllık su tüketiminin %70-75’i tarımdan kaynaklanıyor. Bunun bir kısmı bitkisel üretimde kullanılıyor, bir kısmı ise büyükbaş hayvanların tükettiği su.’’

Tek bir hamburgerin üretimi için yaklaşık 3,140 litre su kullanıldığı hesaplanıyor. Bu suyun büyük kısmı, hamburgerin eti için beslenen büyükbaş hayvanların su tüketiminden kaynaklanıyor. (Kaynak: https://www.weforum.org/stories/2019/02/this-is-how-much-water-is-in-your-burger/)
Türkiye’de açlıktan ölen yoksa da kötü beslenen çok. Tüketilen gıdanın kompozisyonuna baktığımızda, ağırlıklı bir şekilde makarna gibi un türevlerinin tüketildiğini görüyoruz. Ayrıca, özellikle bozulan gelir dağılımıyla birlikte, tüketilen gıdanın kompozisyonunun da değiştiğine dair ciddi gözlemlerimiz var. Türkiye’de yoksullukla birlikte obezite yükseliyor.
Türkiye’de yoksullukla birlikte obezite de artıyor
‘‘Bunların yanı sıra, veriler gösteriyor ki dünyanın üçte biri aç, üçte biri ise obez. Türkiye’de de obezite artıyor.
Zaten Türkiye’de ortalama kalori alımı yüksek, ama günde 10 ekmek yiyerek de kalori alırsınız. Konu kalori almak değil, o kalorinin kompozisyonu. Türkiye’de bu kompozisyon kötü.
Dünyaya bakacak olursak yaklaşık iki milyar civarında insan, yeterli kalori dahi alamıyor – yani aç. Türkiye’de ise açlıktan ölen yoksa da kötü beslenen çok. Türkiye’de tüketilen gıdanın kompozisyonuna baktığımızda, ağırlıklı bir şekilde makarna gibi un türevlerinin tüketildiğini görüyoruz. Tüketilen bu un da – örneğin siyez unu gibi – daha kaliteli bir un değil.
Ayrıca, özellikle bozulan gelir dağılımıyla birlikte, tüketilen gıdanın kompozisyonunun da değiştiğine dair ciddi gözlemlerimiz var. Türkiye’de yoksullukla birlikte obezite yükseliyor. Elimizde bu konuda ayrıntılı çalışmalar yok, fakat şüphesiz yapılması lazım.’’

‘‘Türkiye’de kötü beslenmenin kültürel bir boyutu da var: Türkiye diyetinde üç beyazın – un, şeker ve tuz – yeri büyük. Ekmek ve makarna tüketimi yüksek.’’ (Kaynak: https://ourworldindata.org/grapher/eat-lancet-diet-comparison?country=USA~GBR~EAT-Lancet~IND~KEN~TUR~AFG~GRC~FRA~DEU~JPN)
Raporun temel tavsiyesi: Kırmızı eti azaltın!
‘‘Eat-Lancet raporunun dikkat çektiği önemli bir mesele kırmızı et tüketimi. Kırmızı et tüketiminin dünya genelinde azalması lazım. Hem sağlık açısından ciddi sıkıntıları beraberinde getiriyor hem de büyükbaş hayvanların su tüketimi ve metan salımı oldukça yüksek. Raporda da sebze, meyve, bulgur, bakliyat ve kuru meyve ağırlıklı bir diyet öneriliyor.’’
En zengin %30’luk kesim, ekolojik tahribatın %70’inden sorumlu
‘‘Protein almak tabii ki önemli. Raporda da bunun bir kısmının hayvansal protein olması gerektiği söyleniyor; deniz ürünleri ve kırmızı et olarak ikiye ayrılmış. Yani rapor, kırmızı etin tamamen kaldırılmasını değil, azaltılmasını öneriyor. Bu uyarı, özellikle zengin ülkeler için geçerli: Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 30’luk kısmı, ekolojik tahribatın yüzde 70-75’lik kısmına sebep oluyor. Özetle bir kesim insan, gerekli olanın çok üzerinde tüketiyor. Özellikle ABD gibi zengin ülkelere baktığınızda, çok aşırı bir et tüketimi görüyorsunuz; işte bu tüketimin azaltılması gerekiyor.’’
Obezitenin maliyeti yüksek
‘‘Obezitenin korkunç bir maliyeti var. Sağlık sistemine maliyetini ABD örneğinde görebiliyoruz. Bu maliyet, yılda yaklaşık 173 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Buradan yola çıkarak Türkiye’de de ciddi bir maliyet oluşturacağını öngörmek zor değil.

Türkiye’de yetişkinlerde obezite oranı (%34,26), dünya ortalamasının (%16) üzerinde ve giderek artıyor. (Kaynak: https://ourworldindata.org/grapher/share-of-adults-defined-as-obese?tab=line&country=USA~GBR~IND~NGA~OWID_WRL~TUR~GRC~FRA~DEU~CHN)
Şu an Türkiye’deki obeziteyi azaltıp yüzde 35’lerden 20-25’lere düşürdüğümüz zaman, hem maliyet açısından hem de halk sağlığı açısından olumlu etkileri olacaktır. Doktor olmadığım için dikkatli konuşmaya çalışıyorum fakat obezitenin aynı zamanda erken ölüm anlamına geldiğini, kalp hastalıkları gibi sağlık sorunlarına sebep olduğunu biliyoruz.
Bu konuda tabii ki tek mesele gıda da değil: Spor yapmak, hareketli bir yaşam tarzına sahip olmak, bir yere arabayla değil de yürüyerek veya bisikletle gitmek gibi alışkanlıklar çok önemli. Ortalama ömrün Türkiye’den daha yüksek olduğu ülkelerde hem insanların spor yaptıklarını hem de farklı beslenme kompozisyonlarına sahip olduklarını görüyoruz; bizim kadar karbonhidrat – ve kalitesiz karbonhidrat – ağırlıklı beslenmiyorlar.
Aslında genel bir bilinç, farkındalık artışı gerekiyor. Hem kendi sağlığımız için hem de dünyanın geleceğine minicik de olsa bir katkıda bulunmak için bu değişiklikleri yapmayı düşünmeliyiz.’’
Üretilen gıdanın aşağı yukarı üçte biri israf oluyor; çoğu kez de eve alındıktan sonra tüketilemeden çöpe atılıyor.
Hem gıdayı israf ediyor, hem metan salımına sebep oluyoruz
‘‘Gıda meselesinin bir diğer önemli ayağı da israf konusu. Ne yazık ki bu durum Türkiye’de de dünyadaki oranla hemen hemen eşit. Üretilen gıdanın aşağı yukarı üçte biri israf oluyor; çoğu kez de eve alındıktan sonra tüketilemeden çöpe atılıyor.
Eğer siz bu atılan gıdayı kullanarak gübre yapsanız, yine bir derece. Fakat bunların büyük bir kısmı depolama alanına gidiyor ve oradan bize metan gazı olarak geri geliyor. Bu çok önemli bir husus ve büyük ölçüde bilinçli olmakla ilgili bir şey.

(Kaynak: https://ourworldindata.org/grapher/food-waste-per-capita?country=OWID_WRL~CHN~USA~BRA~TUR~GBR~GRC~FRA~DEU)
Bilinçli olmanın bir diğer boyutu da tedarik zincirini ilgilendiriyor. İstanbul’un gıdası, yüzlerce kilometre ötedeki Adana’dan geliyorsa, burada bir sıkıntı var. Örneğin Avrupa’da birçok lokanta, ürünlerini en fazla 100 kilometre mesafeden satın alıyor. Domatesin mevsimi değilse, menüye domates salatası koymuyor, ‘yemeyeceksin’ diyor. Bu bir bilinç ve rafine düşünme işi. Gıdanızın nereden geldiğini, gıdanın tedarik edilmesinin ekolojik ayak izini düşünmeniz lazım.’’
Plastiğin olumsuz etkileri, topluma iyi anlatılamadı
‘‘Diyeti değerlendirirken paketli gıdalara da bakmak lazım. Paketli gıdayı alıp ardından paketi çöpe atıyoruz; geri dönüştürenlerin sayısı çok az. Bu paketlemenin ekolojik maliyeti de sağlık etkileri de oldukça ciddi. Mikroplastik kirliliğinin insanlar ve tüm memeliler üzerindeki etkisi, son birkaç yılda daha iyi anlaşılmaya başlandı. Denize karışan plastikler mikroplastiğe dönüşüyor, balıklar tarafından yeniyor, sonra da bize geçiyor. Sistemimize giren bu plastiğin etkileri ne oluyor? Bunu da bir 10 yıl sonra çok daha iyi anlayacağız.
Türkiye’de de plastik torbaların ücretlendirilmesi uygulaması başlatılmıştı. Ancak sebze reyonlarındaki ince plastikler ücretlendirilmiyor. İnsanlar bu ücretsiz poşetleri bol bol kullanmayı tercih ediyorlar; kimse evinden file getirip doldurmayı düşünmüyor. Plastiğin bu olumsuz etkileri, topluma iyi anlatılamadı. Gereken bilgi ve bilinç seviyesine ulaşılamadı. Bu nedenle de örneğin plastik torbalarla mücadele konusunda yeterli başarının sağlanamadığını düşünüyorum.’’

”Dünyadaki tüm eşitsizlikleri düşünün. Bu eşitsizliklerin var olduğu bir ortamda ‘hadi daha sağlıklı gıdaya geçelim’ veya ‘gıda kompozisyonunu iyileştirelim’ demek çok naif kalıyor. Her şeyden önce iki milyar insan aç – buradan başlamamız lazım.” (Fotoğraf: Zafer Özer)
Gıdanın ekonomi politiğine değinilmemiş
‘‘Bununla birlikte raporda önemli bir eksiklik olduğunu da düşünüyorum. Raporda gıda meselesinin ekonomi politiği hakkıyla inceleniyor mu derseniz, biraz daha eleştirel olmam gerekir. Rapor bu konuya çok girmiyor. Bu kısmen, 2019’da yayınlanan ilk raporun ardından gıda şirketlerinin ciddi sorunlar yaratmasıyla alakalı olabilir. Rapor ‘bu diyeti değiştirin’ dediğinde, bu sektörde ciddi yatırımlar yapmış büyük şirketler de ‘dur bakalım, sen kim oluyorsun’ diyor. O anlamda bu işin bir ekonomi politiği var ve raporun bu meseleye yaklaşımı biraz naif kalıyor.’’
Tarım şirketleri, 2019 raporuna karşı PR kampanyası düzenledi
İklim haber sitesi DeSmog’un Nisan 2025’te yayınladığı birhaber, 2019’da yayınlanan ilk Eat-Lancet raporunun karşı karşıya kaldığı online kampanyanın, Red Flag isimli bir danışmanlık şirketi tarafından organize edildiğini gösteriyor.
Hayvancılık ve süt ürünleri sektörünü de temsil eden bir halkla ilişkiler şirketi olan Red Flag’in, raporun ‘radikal’, ‘gerçeklikten kopuk’ ve ‘ikiyüzlü’ olarak tarif edilmesi için gazetecilere, düşünce kuruluşlarına ve medya influencerlarına sunumlar yaptığı ifade ediliyor.
DeSmog’un haberini dayandırdığı belgeye göre, Red Flag’in çalışmaları sonucunda rapor hakkında 500’ün üzerinde olumsuz haber ve makale yayınlandı, ayrıca X (eski Twitter) üzerinden yapılan olumsuz paylaşımlar, olumlu veya nötr paylaşımları geride bıraktı. Yürütülen kampanya sonucunda, raporun yazarlarının sözlü saldırılara maruz kaldığı belirtiliyor.
Gelir dağılımı meselesi çözülmeden, gıda meselesi de çözülemez
‘‘Dünya genelinde gelir dağılımını düzeltmediğiniz takdirde gıda meselesini de çözemezsiniz; bu çok açık. Dünyanın kimi bölgelerinde okullaşma oranı çok düşük, okula devam edilen süre çok düşük, kişi başına düşen gelir çok düşük, çocuk ölümlerinin çok yüksek olduğu ülkeler var.. Dünyadaki tüm eşitsizlikleri düşünün. Bu eşitsizliklerin var olduğu bir ortamda ‘hadi daha sağlıklı gıdaya geçelim’ veya ‘gıda kompozisyonunu iyileştirelim’ demek çok naif kalıyor. Her şeyden önce iki milyar insan aç – buradan başlamamız lazım. Tamam, sağlıklı yaşayalım, ama her şeyden önce yaşayalım. Dünya genelindeki eşitsizliği masanın üzerine bir numaralı sorun olarak koymadığınız takdirde, bu tartışma biraz fazla entelektüel kaçabilir.
Bu raporun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve konuşulmasının, tartışılmasının da son derece gerekli olduğuna inanıyorum. Fakat içinde bulunduğumuz neoliberal kapitalist sistemin getirdiği ciddi eşitsizlikleri masanın üzerine yatırmadan ve şu anki çarpık, çevreye çok ciddi maliyet getiren gıda rejiminin arkasındaki ekonomik güçleri dikkate almadan, bu önerileri getirmek bir parça naif oluyor.’’
Bu konularda yeterli başarı sağlanamamasının temel nedeni de ekonomi politik. Bir konuda adım attığınızda olumlu sonuçlarını görmeniz yıllar alacaksa veya gerekli adımları atmadığınızda bunun maliyetinin yansıması yılları bulacaksa, o zaman bu adımlar atılmıyor.
Asimetrik güç dengelerini de dikkate almalıyız
‘‘Bu soruna sistemin içinden bir çözüm getirmek bana zor geliyor. Tabii ki çok önemli adımlar atılabilir ve atılmasında yarar var. Fakat şunu da düşünmemiz lazım: Olay yalnızca gıda meselesi değil.
Mesela siz hangi koşullarda çalışıyorsunuz? Tamam, kötü gıdadan ölmeyelim. Fakat iş cinayetlerinde hayatını kaybeden insanlar ne olacak? Daha sağlıklı bir dünyaya geçmek bunların tamamını dikkate almak gerekiyor.
Bir insanın vakti var da spor yapmıyorsa onlara kızalım, ama birçok insanın da vakti yok. Çalışma saatlerini, trafikte kaybedilen zamanı hesapladığınızda bunu yapmak çok zor.
Tabii ki bir bilinç boyutu var. Kimi insan 500 metre yürümek yerine arabaya binmeyi tercih ediyor. Ama biraz daha kapsamlı bakmak ve işin ekonomi politiğini arkasındaki asimetrik güç dengelerini dikkatlice değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.’’
Adım atmak neden zor?
‘‘Bu konularda yeterli başarı sağlanamamasının temel nedeni de ekonomi politik. Bir konuda adım attığınızda olumlu sonuçlarını görmeniz yıllar alacaksa veya gerekli adımları atmadığınızda bunun maliyetinin yansıması yılları bulacaksa, o zaman bu adımlar atılmıyor.
İklim krizi de böyle bir sorun. Evet, örneğin doluların artmasıyla insanlar araçlarının zarar görmesinden tedirgin oluyor. Fakat deniz suyu seviyesinin yükselmesi gibi daha büyük sorunlar 50 sene sonra bekleniyorsa, kişi ‘o zamana kadar kim öle, kim kala’ diye düşünmeye yatkın oluyor. Teknolojik bir çözüm bulunacağına inanmak istiyor.
Diğer yanda ise kolektif eylem problemi var. Salımları Çin engellesin ya da ABD engellesin, öteki engellesin, beriki engellesin gibi bir bakış açısı var. ”Çevreyle ilgili adımlar atmak maliyetliyse, bırakalım diğer ülkeler bu adımları atsın, biz de kârlı çıkalım,’’ gibi bir yaklaşım bu.
Ama meselenin bir de adalet boyutu var. Gelişmiş ülkeler, 19. yüzyıldan bu yana karbon salımı yaparak zenginleşmişler. Gelişmekte olan ülkeler ise sıraların kendilerinde olduğunu, aynısını yapmaya hakkı bulunduğunu söylüyor. Dolayısıyla çevre adaleti meselesi de işin tartışmamız gereken bir boyutu.’’

”Köy köy dolaşsak, 50 yaş altında birilerini bulmakta çok zorlanırız. Genç nüfus köyde, tarımda kalmıyor. İklim kriziyle birlikte tarım yapmak da çok zorlaştı. Tarımda zaten belirsizlik çoktur; don gelir, sel olur ve bunlar olduğunda üreticinin desteklenmesi gerekir. Ama tarımı büyük ölçüde piyasa mantığını bıraktılar.”
Yeni bir sorun doğuyor: Yeşil gasp
‘‘Bu noktada yeşil gasptan da söz etmek lazım. Biz aynı şaşaa ile yaşayalım, her yer ışıl ışıl olsun, bol tüketmeye devam edelim, her yere özel arabalarımızla gidelim.. ama arabalarımız elektrikli olsun, gibi bir yaklaşım var.
Peki bu elektrik nereden gelecek?
Elektriği de güneşten alacağız.
Peki güneş panellerini nasıl üretiyorsun? Bu panelleri üretebilmek için de çok ciddi madencilik yapıyorsun, karbon salımı yapıyorsun, taşınması var, kurulması var. Ve bunları sonra tarım arazisi üzerine kurmayı da düşünebiliyorsun.
Bir örnek vereyim: Çok güzel bir mikrokliması olan bir köyde, çok kaliteli meyveler üreten bir çiftçi ile görüştük. Güneş paneli kurmak için tarlasını satın almak istemişler. Yüksek paralar teklif etmiş, çiftçi kabul etmeyince artırmışlar. Çiftçi yine de satmak istemeyince, acele kamulaştırma ile toprağı elinden alınmış. Bunun gibi birçok örnek var ve bunun adı da yeşil gasp.’’
Köylerde 50 yaş altı nüfus kalmadı
‘‘Türkiye’de bu işleri anlayabilmek için, tarımın ne noktada olduğunu bilmek lazım. Bu konuda hep referans verdiğim çalışma, Çağlar Keyder ile Zafer Toprak’ın ‘Bildiğimiz Tarımın Sonu’ kitabıdır. Türkiye’de tarım büyük ölçüde bitmiş durumda. Köy köy dolaşsak, 50 yaş altında birilerini bulmakta çok zorlanırız. Genç nüfus köyde, tarımda kalmıyor. İklim kriziyle birlikte tarım yapmak da çok zorlaştı. Tarımda zaten belirsizlik çoktur; don gelir, sel olur ve bunlar olduğunda üreticinin desteklenmesi gerekir. Ama tarımı büyük ölçüde piyasa mantığını bıraktılar. Bugün Türkiye mercimek ithal eder duruma geldi. İstanbul’un gıdasının büyük bölümü, başka yerlerden taşınıyor. Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, tarımda ciddi sıkıntılara işaret ediyor.
Bugün bir şeyleri iyileştirmek için başlatılmış birçok inisiyatif de var; bunlar önemli. Alternatif patikalar, artık daha fazla tartışılıyor. Kimi belediyeler, gıda meselesinde sahaya çıkıyor ve bir şeyler yapmaya çalışıyor. Örneğin kent bostanları kuruluyor. Gıda meselesinin nasıl daha adil olabileceği konuşulmaya başlandı. Bir yandan toplumsal bilinci artırmaya yönelik işler var, bir yandan da yerel yönetimler daha adil bir gıda sistemi için birer oyuncu olarak öne çıkmaya başladılar. Hem nitelik hem de nicelik olarak artan bu gibi gelişmeler önemli.’’
Prof. Dr. Fikret Adaman hakkında:
Prof. Dr. Fikret Adaman, lisans ve lisansüstü derecelerini Boğaziçi Üniversitesi’nden, doktora payesini ise Manchester Üniversitesi’nden almıştır ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünde profesör olarak görev yapmaktadır.
Alternatif ekonomiler, çevre iktisadı, iktisadi düşünce tarihi, politik ekoloji, Türkiye’nin ekonomi politiği ve sosyal politikalar üzerine çalışmaktadır. Sosyal dışlanma konusunda Avrupa Komisyonu’nda Türkiye uzmanı olarak çalışmaktadır. Ekonomi bölüm başkanlığı ve rektör danışmanlığı görevlerini icra etmiştir. Misafir eğitmen/araştırmacı olarak Bologna, Erasmus, UTAH, Purdue ve UMASS üniversitelerinde bulunmuştur.
Uzmanlık alanları: Çevre-iktisat ilişkisi; Politik ekoloji



