30 Kasım – 12 Aralık tarihleri arasında Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28/ 28. Taraflar Konferansı), Türkiye’nin iklim karnesini de gündeme getirdi.
Ankara’nın sıklıkla dile getirdiği üzere, Türkiye’nin sera gazı emisyonlarındaki tarihsel sorumluluğu oldukça az. Buna karşın, güncel sorumluluğu giderek artıyor: 2021 yılı itibariyle Türkiye, en çok salım yapan ülkeler arasında 14. sıraya yükseldi. Fakat belirlediği iklim hedefleri, ‘kritik derecede yetersiz’ olmakla eleştiriliyor.
Türkiye’nin, hem ekonomisini hem de iklim değişikliğinin etkilerinden olumsuz etkilenecek vatandaşlarını korumak için, güçlü iklim hedefleri belirlemesi ve uluslararası müzakerelerde iklim adaleti gibi konularda söz sahibi olması gerekiyor.
Türkiye ‘kritik derecede yetersiz’ politikaları olan 7 ülke arasında
Bağımsız bir bilimsel analiz sitesi olan ve AB’nin yanı sıra 39 ülkenin iklim değişikliği hedeflerini inceleyen Climate Action Tracker’ın analizinde Türkiye, değerlendirildiği tüm kategorilerde en kötü not olan ‘kritik derecede yetersiz’ notunu aldı. Farkı bir kategoride değerlendirilen 2053’te net sıfır hedefi ise ‘zayıf’ olarak notlandırıldı.
Toplumu bilgilendirerek hükümetlerin daha güçlü iklim değişikliği planları yapması için baskı oluşturmaya çalışan Climate Action Tracker, Türkiye’yle birlikte yalnızca yedi ülkeyi ‘kritik derecede yetersiz’ olarak değerlendiriyor: Rusya, Meksika, Arjantin, Tayland, Vietnam ve İran. Ancak bu ülkelerin planlarının detayları incelendiğinde, yalnızca İran’ın Türkiye’den daha kötü not aldığı görülüyor. Bunun nedeni ise, henüz bir net sıfır hedefi açıklamamış olması.
Durumunu vehametini şöyle de ifade edebiliriz: Bu analize göre, tüm ülkelerin Türkiye kadar yetersiz planlar yaptığı bir senaryoda, küresel ısınma, Paris Anlaşması’nın hedeflediği 1,5°C-2°C’nin en az iki kat üzerine çıkarak 4°C olacak.
Türkiye’nin sera gazı azaltım hedefi yeterli değil
Türkiye, 1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne ancak 12 yıl sonra, 2004 yılında resmi taraf oldu ve sözleşmeye en son katılan ülkelerden biriydi. Benzer şekilde, 2015 tarihli Paris Anlaşması’na da ancak 2021 yılında taraf olarak, yine bir iklim anlaşmasına en son taraf olan devletler arasına girdi.
2021 yılında yaptığı bir açıklamayla Türkiye, 2053’te net sıfır emisyon hedefine ulaşacağını duyurdu. Bundan iki sene sonra, sera gazı azaltım hedefini de güncelledi: İlk Ulusal Katkı Beyanı, 2030 yılı emisyonlarını 2012 yılına oranla yüzde 21 azaltma sözü veriyordu. 2023’te sunduğu Güncellenmiş Birinci Ulusal Katkı Beyanı ise, aynı tarihler için emisyonları yüzde 41 azaltmayı taahhüt ediyor.
Bu, her ne kadar daha yüksek bir hedef olsa da, 2012 yılını baz alması nedeniyle, aslında gerçek bir azaltım öngörmüyor. Nitekim bu plana göre 2030 yılında emisyonlar, 2020 yılına kıyasla yüzde 33, 1990 yılına kıyasla ise yüzde 248 artacak. Yani aslında Türkiye, küresel ısınmayı 1.5°C’de tutma hedefinden hala çok uzakta.
Climate Action Tracker da bu konuda, Türkiye’nin normal ekonomik aktivitelerine aynen devam etse dahi, güncellenen 2030 hedeflerine ulaşacağı eleştirisini getiriyor. Bunun nedeni, Türkiye’nin emisyonlarının artış hızının 2015’teki ilk beyanla aynı seviyede hesaplanması. Gerçek emisyon artış hızının çok üzerinde olan bu veri, Türkiye’nin 2030 yılı emisyon projeksiyonlarının da şişmesine neden oluyor. Böylelikle Türkiye’nin emisyon azaltımı, normal ekonomik aktivitelerine aynen devam ederek erişebileceği bir hedefe dönüşüyor. Kısacası Türkiye, neredeyse hiçbir ciddi adım atmadan ulaşabileceği bir emisyon hedefi belirlemiş durumda.
‘2053’te net sıfır’ hedefi gerçekçi değil
Katkı beyanında sunulan bir diğer önemli hedefse emisyonların 2038 yılına kadar arttıktan sonra, nihayet tepe noktasına ulaşacak olması. Fakat 15 yıl boyunca artmaya devam edecek emisyonların, 2053 yılında net sıfır olması pek mümkün görünmüyor. Kaldı ki, küresel ısınmayı 1.5°C’de tutma hedefi için küresel emisyonların en geç 2025 yılına kadar tepe noktasına ulaşması gerektiği de biliniyor.
Beyan edilen bu hedeflere ulaşabilmek için hazırlanmış pek çok mevzuat ve politika belgesi bulunuyor. Bunlar arasında en önemlilerden biri, öncü sektör olan enerji sektörü için yapılan Ulusal Enerji Planı. Ancak yenilenebilir enerji için ciddi adımlar öngören bu planda hâlâ kömür yatırımlarına da yer verilmesi, eleştirilere yol açıyor. Nitekim net sıfır hedefi ile kömür yatırımlarının bir arada olması, makul bir plan değil.
Enerji planının yanı sıra İklim Değişikliği Eylem Planı, İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı ve İklim Değişikliği Strateji Belgesi gibi belgeler, iklim değişikliğiyle mücadele yöntemleri belirlemek açısından önem taşıyor. Ancak bu belgelerin tamamı 2023 yılı sonunda ömürlerini dolduracak ve Kasım 2023 itibariyle güncellenme aşamasındalar.
Yöntemler her ne olursa olsun, mevcut katkı beyanının uygulanması, iklim değişikliğiyle mücadelede oldukça zayıf kalıyor. Türkiye’nin politikalarını incelediğimizde, Climate Action Tracker’ın verdiği ‘kritik derecede yetersiz’ notunun haklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
‘İklim finansmanı fırsatçılığı’ soruları doğuyor
Türkiye’nin yetersiz iklim değişikliği hedefleri, iklim diplomasisinde benimsediği tutumla birlikte ele alındığında, ‘Türkiye bir iklim finansmanı fırsatçısı olabilir mi‘ gibi sorular da doğuruyor ve ülkenin iklim değişikliği konusunda gerçek bir adım atmadığı algısını yaratıyor.
1997’den 2015 Paris Anlaşması’na kadar geçen süreçte Türkiye, gelişmekte olan bir devlet olduğunu ve iklim değişikliği ile mücadele için finans, teknoloji ve kapasite geliştirme desteği alması gerektiğini savunmaya odaklandı. Nitekim 2010-2014 yılları arasındaki COPlarda Türkiye hakkında alınan dört karar da bu konular üzerineydi ve ilgili kurumlar, Türkiye’ye destek vermeleri için teşvik ediliyordu.
Türkiye, Paris Anlaşması sonrası yapılan ilk toplantıda da iklim finansmanı için kurulan yeni fon üzerinden finansmana erişim ihtiyacını belirtmiş fakat ciddi bir dirençle karşılaşmıştı. 2021 yılında Paris Anlaşması’nı imzalayana kadar da iklim finansmanına erişimi için çalıştığı ve Anlaşma ile bağıtlanmasından evvel bu konunun netleşmesine uğraştığı görülüyor.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın iklim değişikliğiyle ilgili sayfalarında da, iklim finansmanı ve Türkiye’nin gelişmekte olan bir ülke olarak statüsüne yapılan atıflar dikkat çekiyor. Henüz ancak taslağı üzerinden konuşulan iklim değişikliği kanunu da, piyasa temelli emisyon ticaretine yoğunlaştığı gerekçesiyle uzmanlar tarafından eleştiriliyor.
Peki Türkiye’nin bu tutumunun ardında ne yatıyor?
Türkiye’nin sorumlulukları, anlaşmazlık konusuydu
Ankara’nın iklim değişikliği konusundaki bu yaklaşımının sebeplerinden biri, küresel ısınmadaki tarihsel payı az olduğu halde uluslararası sözleşmelerde kendisine yüklenen sorumlulukları haksız bulmasıydı.
Türkiye’nin 2004 yılında resmi taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, her devletin, iklim değişikliği üzerindeki tarihsel sorumluluğu ve ekonomisinin gelişmişlik düzeyine uygun yükümlülükler üstlenmesini öngörüyor.
Örneğin iklim değişikliğiyle ilgili finans ve teknoloji transferi yükümlülükleri, yalnızca gelişmiş ülkelere yükleniyor (bu devletlerin yer aldığı liste, Ek-II olarak tanımlanıyor). İklim değişikliğine sebep olan sera gazı salımlarını azaltma sorumluluğu ise, bu ülkelere ilaveten, 1980’li yıllarda görece gelişmiş sayılabilecek ‘geçiş ekonomisindeki ülkeler’e veriliyor (bu liste ise Ek-I olarak tarif ediliyor). 1992 yılında bu sözleşme imzaya açıldığında Türkiye, her iki sorumluluğu da yüklenmesi beklenen ülkeler arasında yer alıyordu.
1997’den beri iklim değişikliği üzerindeki tarihsel sorumluluğunun az olduğunu ve gelişmekte olan bir devlet olduğunu savunan Türkiye, bu listelerde yer almaktan memnun değildi. Ankara, bu argümanında haksız sayılmaz: 1751 ve 2017 yılları arasında Türkiye’nin toplam emisyonu, aynı dönemde küresel olarak salınan toplam emisyonun yalnızca %0,6’sı olarak hesaplanıyor. 1992 yılında bu oran, daha da düşük olacaktır.
Fakat 1992’den günümüze, Türkiye’nin salımlarında büyük artış yaşandı: 1992 yılında en çok emisyon yapan 24. ülke olan Türkiye, 2021 yılında 14. sıraya yükselmişti. Türkiye’nin emisyonları, Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği veya Hindistan gibi emisyon devleriyle karşılaştırılamayacak kadar az olsa da, salımlarının arttığı ve pek çok devleti geride bıraktığı da bir gerçek.
Türkiye, kendi talebi üzerine, 2001 yılında gerçekleşen COP7’de, finans ve teknoloji transferi yükümlülüğü bulunan ülkeler listesinden çıkarıldı. Ancak sera gazı salımlarını azaltma sorumluluğu bulunan ülkeler arasında yer almaya devam ediyor.
En doğru kalkınma planı, iklim değişikliğiyle mücadele
Türkiye’nin iklim değişikliği sorununa karşı ciddi hedefler koymaması, iklim değişikliğiyle mücadeleyi çok masraflı bulmasından ve kalkınmasını yavaşlatacak bir sebebe dönüşmesini engellemek istemesinden de kaynaklanıyor olabilir. Zira, iklim değişikliği finansmanına yapılan ısrarlı atıflar, bu duruma işaret ediyor. Fakat Türkiye, iklim değişikliğiyle ilgili adım atmakta geciktikçe, aslında kendi ekonomisine zarar verecek.
İklim değişikliğinin getirdiği olumsuz sonuçlarla başa çıkmanın çok daha masraflı olduğu (artan seller, ani ve zarar verici dolular, yıkıcı fırtınalar, aşırı kuraklık, göç dalgaları, denizlerin ve tarımsal üretimin zarar görmesi, artan hastalıklar ve bu yüzden sağlık sistemine binen yük, gibi), bu yüzden de iklim değişikliği ile mücadelenin en doğru kalkınma planlarından biri olduğu, ekonomik modellerle 2006’dan beri defalarca kanıtlanmış durumda. Türkiye’nin de gerekli adımları atmak için acil olarak harekete geçmesi gerekiyor.
Bugün elimizde, Türkiye’nin net sıfır hedefine 2050’de ulaşabilmesi için karbonsuzlaşma yol haritası çizen İstanbul Politikalar Merkezi raporu veya Türkiye’nin iklim ve kalkınma hedeflerine aynı anda ulaşması için gerçekçi öneriler içeren Dünya Bankası raporu gibi önemli çalışmalar bulunuyor. Türkiye’nin, hem bu araştırmalardan hem de enerji sektörünün karbonsuzlaşması ile ilgili çalışma yapan SHURA Enerji Dönüşüm Merkezi gibi araştırma kurumlarının önerilerinden faydalanarak, çok daha ciddi emisyon azaltımı hedefleyen yeni bir ulusal katkı beyanı yapması gerekiyor.
İklim adaleti konusunda talepkar ve söz sahibi Türkiye
İklim değişikliği için finansman desteği ve teknolojilere erişim önemli olsa da, iklim değişikliği ile mücadele uzun soluklu ve çevresel felaketlerin vatandaşları etkilediği bir süreç olacak. Tam da bu nedenle, bu sürecin yönetimine vatandaşların gözünden bakmak ve buna yönelik çalışmak büyük önem taşıyor.
Türkiye, iklim değişikliği meselesine dair iklim adaleti, idarenin doğal afetlerdeki sorumluluğu, doğal afet durumlarında yargı merciilerine ulaşım, dezavantajlı grupların korunması gibi, vatandaşlarını ilgilendiren çeşitli konularda da ortaya herhangi bir politika koyamadı.
Samimi bir çevre koruma vizyonunun bulunmaması da, Türkiye’nin iklim değişikliği planlarındaki belki de en ciddi eksiklik olarak öne çıkıyor. Bu planlarda, iklim değişikliği sorunuyla mücadelenin aynı zamanda ekosistemlerin korunması ve devamlılığı için de gerekli olduğunu vurgulanmıyor. İklim değişikliğiyle mücadele, sadece insan yaşamını etkileyen afetlere sebebiyet verdiği için değil, aynı zamanda tüm dünya ekosistemleri gibi bizim doğal varlıklarımızı da etkilediği için de elzemdir. Türkiye’nin planlarında, insanları koruma hedefi ile sosyal hedefler, finansman ve teknoloji hedefleri ile ekonomik hedefler yer alırken, doğal varlıkları koruma hedefleri ile çevresel, daha doğrusu ekolojik hedefler, yer almıyor.
Türkiye’nin iklim değişikliği hedeflerini yenilemesi ve bu hedeflerin hayata geçmesi için gerçekçi adımlar planlaması gerekiyor. Ayrıca, iklim değişikliği müzakerelerinde çevresel koruma vizyonunu temsil etmesi, iklim adaleti gibi konularda talepkar ve söz sahibi olması, hem ülkenin imajı, hem de vatandaşı olan bizlerin konuyu sahiplenmesi adına olumlu olacaktır.
Kıdemli Araştırmacı, Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü
Dr. Ezgi Ediboğlu, İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk lisans derecesini tamamladıktan sonra çevre hukuku alanında avukatlık yapmış ve Marmara Üniversitesi’nde Kamu Hukuku Yüksek Lisans programına katılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan yüksek eğitim için burs aldıktan sonra Marmara Üniversitesi’ndeki eğitimini askıya alarak Birleşik Krallık’a taşınmış ve burada Aberdeen Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını tamamlamıştır.
Yüksek eğitiminde ana olarak Birleşmiş Milletler iklim değilikliği rejimi ve çevreye duyarlı teknolojilerin transferinin olası hükümetler arası yöntemlerine odaklanmıştır.
Doktora sonrası iki yıl kadar Türkiye’de akademisyenlik yapmış ve aynı zamanda 2021/22 Mercator-İPM Araştırmacısı olarak İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde ‘İklim Değişikliğiyle Mücadelede Teknolojik Yol Haritası: Türkiye İçin Bir Öneri’ adlı projesini yürütmüştür.
Türkiye’de bulunduğu sürede çalışmalarına Türkiye’nin iklim değişikliği rejimi altındaki durumunu da eklemiştir. Konu hakkında çalışmaya KAHİP ve kurucu üyelerinden biri olduğu Gıdanın Durumu Derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile devam etmektedir.
2023 yılının başlarından beri Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olarak çalışmaktadır.
Uzmanlık Alanları: Birleşmiş Milletler İklim Değilikliği Rejimi; Çok Taraflı Çevre Anlaşmaları; Teknoloji Transferi; Uluslararası Çevre Hukuku; Uluslararası Örgütler Hukuku
- 20 Haziran 2024
- 30 Kasım 2023