Türkiye’nin emisyonlarının 2035’e kadar artmaya devam edeceği, İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nın (NDC 3.0) açıklanmasıyla birlikte resmiyet kazandı. Yeni iklim hedefine göre Türkiye’nin 2035’teki emisyonları, 2023 seviyelerinin yaklaşık %16 üzerinde olacak. Ancak bu artış, şişirilmiş bir referans senaryo ile kıyaslanarak, ‘‘%41 azaltım’’ şeklinde sunuluyor.
Belge, çok sayıda strateji ve eylem sıralasa da, kritik boşluklar barındırıyor: Fosil yakıtlardan çıkış planı belirsiz, 2053’te net sıfır emisyon hedefine ulaşmak adına hiçbir somut ara hedef ve takvim yok, üstelik uygulamayla ilgili ciddi soru işaretleri var.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın ve Uluslararası Enerji Ajansı’nın son raporlarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin yeni taahhüdünün küresel ısınmayı 1,5 ya da 2°C ile sınırlandırma hedefleriyle uyumlu olmadığı da açıkça görülüyor. Bu haliyle İkinci Ulusal Katkı Beyanı, iddialı bir iklim vizyonundan çok, emisyon artışını perdeleyen bir hesaplama yaklaşımı sunuyor.
Türkiye’nin emisyonlarında 2018’e kıyasla yaklaşık %21’lik, 2023’e göre ise yaklaşık %16’lık bir artış gerçekleşecek. Bu yaklaşımı günlük hayata uyarlayarak örneklendirecek olursak: 60 liralık elbiseye 100 liralık etiket koyup ‘‘%40 indirim’’ duyurusuyla 60 liraya satmaya benzetebiliriz.
%41 azaltım iddiası yanıltıcı: Türkiye’nin emisyonları artmaya devam edecek
Türkiye, İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nı, Brezilya’nın Belem kentinde düzenlenen BM İklim Zirvesi’ne (COP30) bir gün kala, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’na sundu. Bu belgede açıklanan temel hedef, toplam emisyonları 2035 yılına kadar 643 milyon ton CO₂e (karbondioksit eşdeğeri) seviyesine indirmek.
Emisyonların herhangi bir kısıtlama olmadan, mevcut seyrinde artmaya devam ettiği ‘‘referans senaryo’’da, 2035 yılında emisyonların yaklaşık 1,1 milyar tona ulaşacağı hesaplanıyor. Türkiye’nin iklim hedefi ise 2035 yılında emisyonların bugünkü emisyonlara kıyasla azalması değil, bu referans senaryoya göre 466 milyon ton – yani %41 – daha düşük olması. Belgeye göre bu taahhüt, 2053’te net sıfır emisyona ulaşma hedefi ve Türkiye’nin uzun dönemli stratejileri ile uyumlu.
Peki gerçekten öyle mi?
TÜİK verilerine göre Türkiye’nin 2018 yılında yaklaşık 530 milyon ton CO₂e olan emisyonları, 2023 yılında yaklaşık 552 milyon ton CO₂e’ne yükseldi. İkinci Ulusal Katkı Beyanı’na göre ise 2035 yılında %41’lik azaltıma rağmen 643 milyon ton CO₂e olacak. Kısacası, 2018’e kıyasla yaklaşık %21’lik, 2023’e göre ise yaklaşık %16’lık bir artış gerçekleşecek. Bu yaklaşımı günlük hayata uyarlayarak örneklendirecek olursak: 60 liralık elbiseye 100 liralık etiket koyup ‘‘%40 indirim’’ duyurusuyla 60 liraya satmaya benzetebiliriz.

”BM Çevre Programı’nın bu ay yayımlanan ‘Emissions Gap Report 2025: Off Target’ başlıklı raporuna göre ülkelerin iklim taahhütlerini tam olarak yerine getirmeleri halinde bile sıcaklık artışının yüzyıl sonunda 2.3 – 2.5°C arasına ulaşacağı belli. Dolayısıyla Paris Anlaşması’nın getirdiği, sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama hedefinin kaçtığı, artık bilimsel bir gerçeklik.” (Fotoğraf: Gulshan Khan / Climate Visuals)
Devletler sözlerini tutsa bile ısınma 2.3 – 2.5°C’yi bulacak
Özetle Türkiye’nin emisyonları, 2035 yılına kadar artmaya devam edecek ve plana göre ancak 2038’de tavan yapacak. Oysa küresel iklim bilimi otoritesi olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2022’de yaptığı analiz, küresel ısınmayı 2°C ile sınırlandırmak için emisyonların ‘‘en geç 2025 yılından önce zirveye ulaşması ve 2030 yılına kadar dörtte bir oranında azaltılması gerektiğini’’ bilimsel olarak ortaya koymuştu.
BM Çevre Programı’nın bu ay yayımlanan ‘‘Emissions Gap Report 2025: Off Target’’ başlıklı raporuna göre ise Paris Anlaşması’nın belirlediği 1.5°C hedefini aşmamak için devletlerin 2035 yılına kadar emisyonlarını, 2019 yılına kıyasla %55 oranında azaltmaları gerekiyor. Hedef 1.5°C’den 2°C’ye çıkarıldığında dahi 2019’a göre %35’lik azaltım şart görünüyor.
Bu rapora göre, ülkelerin taahhütlerini tam olarak yerine getirmeleri halinde bile sıcaklık artışının yüzyıl sonunda 2.3 – 2.5°C arasına ulaşacağı belli. Dolayısıyla Paris Anlaşması’nın getirdiği, sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama hedefinin kaçtığı, artık bilimsel bir gerçeklik.
Bu veriler ışığında düşünürsek, Türkiye sadece yetersiz bir iklim hedefiyle dikkat çekmiyor, 2035 için resmi olarak emisyon artırımı taahhüt etmiş durumda. Raporun büyük bölümünde Türkiye, G20 grubu içinde değerlendiriliyor. Bu gruptaki diğer ülkeler gibi, Türkiye’nin taahhütlerinin, küresel ısınmayı 1.5-2°C ile sınırlandırma hedefiyle uyumlu olmadığı vurgulanıyor.

”Planların çokluğuna rağmen bugüne kadar atılmış somut ve hesaplanabilir adımların azlığı, belgenin inandırıcılığını zayıflatıyor.” (Fotoğraf: “Sunshine Pollution” by Daniel Lerps, CC BY-ND 2.0)
Yenilenebilir enerjiye geçiş hızlı ve kararlı olmalı
İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nın en kritik eksikliği ise enerji alanında. Fosil yakıtlardan çıkış planı belirsiz ve kömürden çıkış taahhüdü yok. Her alanda olduğu gibi yenilenebilir enerji kapasitesinin artışına dair de net hedefler ve yatırım takvimleri yok.
Bu eksikliklerin önemini anlamak için Uluslararası Enerji Ajansı’nın ‘‘World Energy Outlook 2025’’ raporu açıklayıcı olabilir. Rapora göre küresel enerji sistemi hızla elektrifikasyona kayıyor. Elektrik talebi, yapay zeka ve soğutma ihtiyacındaki artış gibi faktörlerin etkisiyle dört kat daha hızlı büyüyor. Fosil yakıt talebi – özellikle petrol ve kömür – ise 2030 yılı civarında zirveye ulaşacak. Bu nedenle, elektrik talebinin artışı, şebeke yatırımlarının yapılması, depolama ve yenilenebilir entegrasyonu gibi alanlarda yaşanacak gecikmeler, bu geçişin Türkiye için çok daha maliyetli ve yavaş olmasına neden olur. Türkiye, enerji dönüşümüyle ilgili niyetlerini sıralamış olsa da, yatırım takvimi, finansman kaynakları ve şebeke güçlendirme planları yeterince net değil. Oysa yatırım, altyapı ve hız şart.
Fosil yakıt ithalatına bağımlı olan, elektrik ve soğutma talepleri hızla artan Türkiye için yenilenebilir enerjiye hızlı ve kararlı bir geçiş, hem ithalat faturasını düşürmek hem de enerji güvenliğini artırmak açısından kritik öneme sahip.
Ortak üretim değil bilgilendirme yapılıyor
Ulusal Katkı Beyanı’nda paydaşlarla istişare edildiğine de vurgu yapılıyor ve sivil toplumun, sürecin parçası olduğu söyleniyor. Oysa pratikte, kritik sivil toplum kuruluşları ve uzmanlar, görüşlerinin belgede yeterince yansıtılmadığını söylüyor; sürecin samimi bir ortak üretimden ziyade bilgilendirme eksenli yürüdüğü eleştirisini dile getiriliyor. Ayrıca, İklim Kanunu yapım sürecinde pek çok sivil toplum örgütü ve uzman, sürece hiç dahil edilmediklerini ifade etmişti.
Planlar bol, ara hedefler yok, somut adımlar ise yetersiz
Ulusal Katkı Beyanı’nda Türkiye’nin mevzuatlarına ve politikalarına da yer veriliyor; önlemlerden, stratejilerden ve eylemlerden bolca bahsediliyor. Örneğin İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı’nın 49 strateji ve 260 eylem içermesi ve İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı’nın 40 strateji ve 129 eylem üzerine kurulması gibi bilgilerin yanı sıra enerji verimliliği, yenilenebilir enerjinin artırılması, elektrifikasyon, emisyon ticaret sisteminin (ETS) kurulması gibi örnekler, doğrudan belgede yer alıyor.
Bunların her biri, kulağa doğru geliyor. O halde, bunca plan içinden cevaplarının bulunmasını bekleyeceğimiz somut sorular şunlar: 2053 net sıfır hedefi için hangi sektörler, hangi adımlarla, hangi zaman aralığında, ne kadar emisyonu kademeli olarak azaltacak? Bu soruların cevaplarını içeren somut ara hedefler ve takvimler yerine, yapılması gerekenleri, Türkiye’nin verileri ile çoğunlukla teorik olarak betimleyen çok detaylı planlarımız var.
Peki bu planların uygulamasına güvenebilecek miyiz? Planların çokluğuna rağmen bugüne kadar atılmış somut ve hesaplanabilir adımların azlığı, belgenin inandırıcılığını zayıflatıyor. Ayrıca Beyan’da, 12. Kalkınma Planına atıf yapılarak, 2053 net sıfır hedefi için her yıl GSYH’nin yaklaşık %1,7’si kadar ek yatırım gerekeceği ifade ediliyor. Bu ek yatırımın nasıl geleceği, gelirse doğru kullanılıp kullanılmayacağı önemli soru işaretleri.
Atık yönetimi gerçekten başarı hikayesi mi?
Türkiye’nin yeni iklim hedefindeki bir diğer sorun, atık yönetimi konusunda fazlasıyla iyimser olması ve mevcut politikalardan övgüyle söz etmesi. Oysa Türkiye’nin atık hacmi 2024’te 120 milyon tona ulaştı. İllegal olarak yakılanları ve nehirlere dökülenleri saymadan, resmi verilere baktığımız senaryoda dahi atıkların çoğu depolanıyor. Üstelik Türkiye, Avrupa’dan en çok atık ithal eden ülke. Tüm bunlara rağmen Ulusal Katkı Beyanı’nda gerçeklikten uzak adımların yer alması, akıllara şu soruyu getiriyor: Bu belgedeki eylemlerin uygulanacağını ne kadar güvenebiliriz?
Ertelenmiş bir ihtiyacın belgesi
Sonuçta ortaya iyi niyetli ifadelerle dolu fakat matematiği belirsiz; vaatleri geniş fakat bağlayıcı adımları eksik; teoride katılımcı, pratikte tartışmalı, küresel gereklilikler açısından ise açık biçimde yetersiz bir belge çıkıyor.
Gerçek bir iklim politikası için her şeyden önce referans senaryonun şişirilmesinden vazgeçmek gerekiyor. Ardından ise mutlak azaltım hedefi belirlenmeli ve yıllara bağlanmış planlarla, şeffaf bir yol haritası ortaya konmalı. Örneğin İstanbul Politikalar Merkezi’nin ‘‘2053’te Net Sıfıra Doğru’’ başlıklı çalışması, Türkiye’nin bir yandan ekonomik büyümesini sürdürürken bir yandan da sera gazı emisyonlarını düşürebileceğini verilerle ortaya koyuyor. Ancak bunun için kararlı ve zamanında adımlar atmanın gerekli olduğunu gösteriyor. Bu adımları içermeyen İkinci Ulusal Katkı Beyanı, Türkiye’nin iklim vizyonunu güçlendiren bir belgeye değil, ertelenmiş bir ihtiyacın belgesine dönüşüyor.
** Kapak Fotoğrafı: “Istanbul” by Alexxx Malev, CC BY-SA 2.0
Kıdemli Araştırmacı, Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü
Dr. Ezgi Ediboğlu, İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk lisans derecesini tamamladıktan sonra çevre hukuku alanında avukatlık yapmış ve Marmara Üniversitesi’nde Kamu Hukuku Yüksek Lisans programına katılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan yüksek eğitim için burs aldıktan sonra Marmara Üniversitesi’ndeki eğitimini askıya alarak Birleşik Krallık’a taşınmış ve burada Aberdeen Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını tamamlamıştır.
Yüksek eğitiminde ana olarak Birleşmiş Milletler iklim değilikliği rejimi ve çevreye duyarlı teknolojilerin transferinin olası hükümetler arası yöntemlerine odaklanmıştır.
Doktora sonrası iki yıl kadar Türkiye’de akademisyenlik yapmış ve aynı zamanda 2021/22 Mercator-İPM Araştırmacısı olarak İstanbul Politikalar Merkezi bünyesinde ‘İklim Değişikliğiyle Mücadelede Teknolojik Yol Haritası: Türkiye İçin Bir Öneri’ adlı projesini yürütmüştür.
Türkiye’de bulunduğu sürede çalışmalarına Türkiye’nin iklim değişikliği rejimi altındaki durumunu da eklemiştir. Konu hakkında çalışmaya KAHİP ve kurucu üyelerinden biri olduğu Gıdanın Durumu Derneği gibi sivil toplum kuruluşları ile devam etmektedir.
2023 yılının başlarından beri Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olarak çalışmaktadır.
Uzmanlık Alanları: Birleşmiş Milletler İklim Değilikliği Rejimi; Çok Taraflı Çevre Anlaşmaları; Teknoloji Transferi; Uluslararası Çevre Hukuku; Uluslararası Örgütler Hukuku








